Konya Bölgesinde Tularemi
Tularemia in Konya Region, Turkey
Nebahat
DİKİCİ1, Onur URAL1, Şua SÜMER1, Kayhan ÖZTÜRK2,
Özgen ALBAYRAK YİĞİT1,
Eda KATLANIR1, Bahar KELEŞ2
1 Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Konya.
1 Selcuk University Faculty of Selcuklu Medicine, Department of Infectious Diseases and Clinical Microbiology,
Konya, Turkey.
2 Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi, Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya.
2 Selcuk University Faculty of Selcuklu Medicine, Department of Ear, Nose and Throat Diseases, Konya, Turkey.
ÖZET
Francisella tularensis'in neden olduğu zoonotik bir enfeksiyon olan tularemi, son yıllarda ülkemizde oluşan salgınlar ve sporadik olgularla yeniden önem kazanmıştır. Etkenin bulaşı en sık, kontamine su ve besinler, enfekte hayvanlarla temas ve böcek/kene ısırığı ile olur. Bu çalışmada, bölgemizde iki ayrı beldede iki ayrı dönemde ortaya çıkan salgınlarda tularemi tanısı konulan 35 olgu ile beş sporadik olgu, klinik özellikleri ve laboratuvar bulguları yönünden değerlendirilmiştir. Her iki salgında da ilk (indeks) olgular kliniğimize servikal lenfadenopati şikayetiyle başvurmuştur. Tularemi tanısı konulduktan sonra, başka olguların olup olmadığını araştırmak amacıyla bir ekip oluşturulmuş ve ilçeler ziyaret edilmiştir. Mikrobiyolojik tanıya yönelik olarak, şüpheli olgulardan kan, boğaz ve tonsil sürüntüsü ve lenf nodu aspirasyon örnekleri alınmış; tanısal testler (kültür, seroloji, moleküler yöntemler) Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, İl Sağlık Müdürlüğü tarafından, adı geçen beldelerin içme ve kullanma sularından örnekler toplanmıştır. Çalışmamızda, Emen beldesindeki ilk epidemiye ait olgular (n= 14) Şubat 2010 tarihinde, Yukarıçiğil beldesindeki ikinci epidemiye ait olgular (n= 21) Kasım-Aralık 2010 tarihinde tanımlanmış; beş olgu ise sporadik olarak izlenmiştir. Toplam 40 olgunun 25'i kadın, 15'i erkek olup, yaş ortalaması 37.6 (yaş aralığı: 5-80 yıl; beşi çocuk yaş grubu) yıldır. Başvuru şikayetlerinin en sık; boyunda kitle (%90), boğaz ağrısı (%63), üşüme/titreme (%60) ve ateş (%58) olduğu görülmüştür. En sık saptanan fizik muayene bulgusu ise servikal lenfadenopati (n= 34, %85) olmuş; bunu tonsillit (%20), cilt lezyonları (%15) ve konjunktivit (%8) izlemiştir. Hastaların çoğunun (%82.5), kliniğimize başvuru öncesinde değişik tanılar (akut tonsillit, süpüratif lenfadenit, tüberküloz lenfadenit, bruselloz) ile beta-laktam antibiyotik tedavisi aldığı öğrenilmiştir. Olguların %68'inin kırsal kesimde yaşadığı, %75'inin evinde kemirici bulunduğu, %46'sının doğal su kaynaklarını kullandığı, %53'ünün evde hayvan beslediği, %15'inin av hayvanları ile teması olduğu ve %5'inin çevresinde kene varlığı öyküsü saptanmıştır. Olgulardan alınan boğaz sürüntüsü ve lenf nodu aspirat kültürlerinin hiçbirinde F.tularensis üremesi olmamış; olguların tanısı mikroaglutinasyon testi ile saptanan 1/160-1/1280 titrelerde pozitif özgül F.tularensis antikor varlığıyla konulmuştur. Ayrıca, üç olgudan alınan aspirat örneğinde, polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile F.tularensis DNA'sı gösterilmiştir. Su örneklerinde kültür ve PCR ile F.tularensis pozitifliği saptanmamış; ancak epidemi izlenen her iki bölgede de içme sularının klorlanmasında aksaklıklar (şebeke suyuna, klorlama yapılmayan bir kaynak suyunun bağlanması gibi) olduğu izlenmiştir. Tüm hastalar streptomisin (2 x 1 g, 10 gün, intramusküler) ile tedavi edilmiş; lenf bezi ileri derecede büyük olan ve süpürasyon gösteren olgulara (n= 12) cerrahi girişim uygulanmıştır. İki olguda tedavi sonlandıktan iki hafta sonra eritema nodozum gelişmiş; olguların hiçbirinde pnömoni, menenjit gibi ciddi komplikasyonlar ve ölüm izlenmemiştir. Sonuç olarak, servikal lenfadenopati, boğaz ağrısı ve ateş şikayetleriyle başvuran, özellikle beta-laktam antibiyotik tedavisine yanıt alınamayan hastalarda tulareminin dikkate alınması; risk faktörleri ve önlemler açısından sağlık personeli ve topluma yönelik eğitimlerin yapılması gerektiği kanısına varılmıştır.
Anahtar sözcükler: Francisella tularensis; tularemi; lenfadenopati; salgın.
ABSTRACT
Tularemia is a zoonotic infection caused by Francisella tularensis. In the recent years tularemia has become a re-emerging infection in Turkey with epidemics and also sporadic cases. Transmission occurs most often through consumption of contaminated water and food, direct contact with animals and insect/tick bites. In this study, we evaluated clinical features and laboratory findings of 35 tularemia cases diagnosed during two outbreaks that occurred in two different villages during two different periods in Konya (located in Central Anatolia), Turkey and five sporadic cases. In both outbreaks, first (index) cases were admitted to our outpatient clinic with the complaints of cervical lympadenopathy. After diagnosis of tularemia, an organized team visited the villages to search if more cases existed. For microbiological diagnosis, blood, throat and tonsil swabs and lymph node aspirate specimens were collected from the suspected cases. Diagnostic tests (culture, serology, molecular methods) for tularemia were performed in reference center, Refik Saydam National Public Health Agency. Drinking and potable water samples from those villages were also collected by provincial health authorities. The cases (n= 14) that belonged to the first epidemics were detected in February 2010 and cases (n= 21) of the second epidemics in November-December 2010; five cases were followed as sporadic. The mean age of the 40 patients (25 females, 15 males) was 37.6 (age range: 5-80 years; five of them were pediatric group) years. The most common complaints of patients were cervical mass (90%), sore throat (63%), chills (60%) and fever (58%). The most frequently detected clinical findings were enlarged lymph nodes (n= 34, 85%), followed by tonsillitis (20%), skin lesions (15%) and conjunctivitis (8%). Most of the patients (82.5%) had been misdignosed as acute tonsillitis, suppurative lymphadenitis, tuberculous lymphadenitis and brucellosis, before their admission to our hospital and treated with beta-lactam antibiotics. Demographic analysis of the cases revealed that 68% of them lived in the rural area, 75% had rodents at home, 46% used natural water supplies, 53% fed animals, 15% had contact with game animals and 5% had contact with ticks. Clinical samples from the patients were found culture negative for F.tularensis. The diagnosis of the cases was based on the presence of specific F.tularensis antibodies between 1/160-1/1280 titers obtained by microagglutination test. Additionally F.tularensis DNA was demonstrated in three lymph node aspirate samples by polymerase chain reaction (PCR). Water samples were found negative both by culture and PCR assays. However, it was detected that there were problems in the chlorination of water supplies in the two villages where epidemics were seen. All the patients were treated with streptomycin (2 x 1 g, intramuscular, 10 days), and surgical intervention was performed for the patients (n= 12) with extremely large lymph nodes and suppuration. Erythema nodosum developed in two patients following the end of treatment. Death or serious complications such as pneumonia or meningitis were not detected. In conclusion, tularemia should be considered in patients presenting with cervical lymphadenopathy, sore throat, fever and unresponsive to previous treatment with beta-lactam antibiotics. For the management of the disease, healthcare personnel and the community should be educated concerning the risk factors and precautions for tularemia.
Key words: Francisella tularensis; tularemia; lymphadenopathy; outbreak.
Geliş Tarihi (Received): 20.06.2011 • Kabul Ediliş Tarihi (Accepted): 20.12.2011
GİRİŞ
Tularemi, Francisella tularensis'in neden olduğu bir zoonozdur1,2. F.tularensis küçük, gram-negatif, pleomorfik, aerop, hareketsiz, üreme için zenginleştirilmiş besiyerlerine ihtiyaç duyan ve hücre içinde çoğalabilen bir kokobasildir2,3,4.
Tularemi, karasal ve su yaşamı olarak iki ekolojik döngüye sahiptir. Özellikle nemli ve soğuk dış ortamlarda oldukça dayanıklıdır ve haftalarca canlı kalabilir. Ancak yüksek ısı ve doğrudan güneş ışını yaşam süresini kısaltır. Klorlanmış su kaynaklarında yaşayamaz2. F.tularensis sıcak veya soğukkanlı, omurgalı veya omurgasız hayvanları ve birçok artropodu enfekte edebilir. İnsanlar için tavşan, fare, sincap gibi kemiriciler ve daha seyrek olarak rakun, sığır, kedi, köpek gibi hayvanlar başlıca rezervuardır2,5.
Tularemi; ülseroglandüler, glandüler, oküloglandüler, orofarengeal, tifoidal (sistemik) ve pnömonik form olmak üzere altı klasik formda izlenir. Dünyada en sık ülseroglandüler form izlenmekle birlikte ülkemizde en sık orofarengeal form görülmektedir2,4,6. Türkiye'deki ilk salgın 1936 yılında Lüleburgaz'da görülmüş5 daha sonra Bursa, Balıkesir, Zonguldak, Kastamonu, Bartın, Bolu, Düzce, Gölcük, Ankara, Tokat, Çankırı, Kars, Samsun, Sinop, Amasya, Bilecik, Kocaeli ve Konya'dan salgınlar bildirilmiştir1,3,4,5,7,8,9,10,11,12,13,14,15,16. Türkiye'de en büyük salgın ise 1988 yılında Bursa'da görülmüştür17. Hastalık, 2004 yılından itibaren, Sağlık Bakanlığı tarafından Bulaşıcı Hastalıkların İhbarı ve Bildirim Sisteminde, C Grubu bildirimi zorunlu hastalıklar listesine alınmıştır18.
Bu çalışmada, 2010 yılında Konya'nın Beyşehir ilçesine bağlı Emen beldesi ve Ilgın ilçesine bağlı Yukarıçiğil beldesinde izlenen iki tularemi epidemisi ve polikliniğimize başvuran beş sporadik olgu, klinik ve epidemiyolojik özellikleri açısından irdelenerek, bölgemizdeki tularemi sorununa dikkat çekilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ ve YÖNTEM
Selçuklu Tıp Fakültesi Hastanesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Polikliniğine boyunda kitle yakınmasıyla başvuran, tularemi tespit edilen ve bu olguların çevrelerinde yapılan araştırmalar sonucu, tularemi tanısı konulan olgular çalışmaya alındı. Tularemi tanısı, Sağlık Bakanlığı Bulaşıcı Hastalıkların İhbarı ve Bildirim Sistemi, standart tanı, sürveyans ve laboratuvar rehberi kriterlerine göre konuldu18.
Tularemi tespit edilen hastaların yaşadıkları ilçelere Konya İl Sağlık Müdürlüğü çalışanlarıyla birlikte gidilerek, yerinde incelemeler yapıldı. Hastalar ve çevrelerinin incelenmesiyle 2010 yılında iki farklı bölgede, farklı zamanlarda iki epidemi tespit edildi. Epidemilerin kaynağını araştırmak amacıyla, İl Sağlık Müdürlüğü tarafından her iki bölgede kullanılan su kaynaklarından örnekler alınarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezine gönderildi. Şüpheli görülen olgular polikliniğimize davet edildi. Polikliniğe başvuran olgulardan alınan serum, boğaz sürüntüsü örnekleri ve aspirasyon materyali "Tularemi Olgu Sorgulama Formu" ile birlikte İl Sağlık Müdürlüğü aracılığıyla, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezine gönderildi.
BULGULAR
Bölgemizde, 2010 yılında iki tularemi epidemisinde toplam 35 olgu ve polikliniğimize boyunda kitle şikayetiyle başvuran ve tularemi tanısı konulan beş sporadik olgu saptanmıştır. İlk epidemi Emen beldesinde izlenmiştir. İndeks olgumuz, başka bir merkezde bruselloz tanısı ile tedavi başlanan, tedavi altında servikal lenfadenopati gelişmesi üzerine polikliniğimize başvuran bir hastadır (Resim 1). Bu hastanın F.tularensis aglutinasyon testinin pozitif bulunması üzerine anamnez derinleştirilmiş; aynı köyde yaşayan benzer şikayetleri olan olgular olduğu öğrenilmiştir. İncelemeler sonucu 14 olguda tularemi tespit edilmiştir. Şubat 2010 tarihinde tanı konulan olguların şikayetlerinin başlangıcının Kasım 2009 olduğu, bu arada değişik tedaviler aldıkları belirlenmiştir.
İkinci epidemi ise Kasım-Aralık 2010 tarihlerinde Ilgın ilçesine bağlı Yukarıçiğil beldesinde izlenmiştir. Tespit edilen ilk olgu, polikliniğimize kulak burun boğaz servisinden yönlendirilen ve servikal lenfadenopati saptanan bir hastadır. Hastanın anamnezinden çevresinde aynı bulguları gösteren başka olgular olduğu öğrenilmiş ve 21 hastaya tularemi tanısı konulmuştur.
Olguların genel demografik özellikleri, bilinen tularemi kaynakları ile temas durumu, potansiyel risk faktörleri ve çevresel koşullarıyla ilgili bilgiler standart anket formu ile sağlanmıştır. Tularemi tanısı alan toplam 40 olgunun 21'inin şebeke suyu, 10'unun doğal kaynak suyu, dokuzunun hem şebeke hem de kaynak suyunu kullandığı tespit edilmiştir (Tablo I). Epidemi izlenen her iki bölgede de içme sularının klorlanmasında aksaklıklar olduğu görülmüştür. Bu bölgelerde depolar, çeşmeler ve doğal kaynaklardan alınan toplam 33 su örneğinin kültür ve polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile incelemeleri sonucunda F.tularensis tespit edilmemiştir.
Tularemi saptanan olguların 25'i kadın, 15'i erkektir. Yaşları 5-80 yıl arasında (ortalama: 37.6 yıl) değişen olguların beşi 18 yaşından küçüktür (Tablo I). En sık başvuru şikayetleri boyunda kitle, boğaz ağrısı, üşüme ve titreme olarak tespit edilmiş; şikayetlerin başvurudan yaklaşık 1-2 ay önce başladığı belirlenmiştir (Tablo II). Hastaların 33'ü, tularemi tanısı konulmadan önce değişik tanılar (akut tonsillit, süpüratif lenfadenit, tüberküloz lenfadenit, bruselloz vb.) ile antibiyotik tedavisi aldığını belirtmiş; bazı olguların da malignite ön tanısı ile araştırıldıkları öğrenilmiştir. Önceki tedavileri sonucu 10 hasta subjektif şikayetlerinin azaldığını ifade etmiş, ancak boyundaki kitlelerin devam ettiği izlenmiştir. Şikayetlerin başlamasından itibaren tanı konuluncaya kadar kitlelerin seyri sorgulandığında; 13 olguda kitlelerin aynı boyutta devam ettiği, 13 olguda küçüldüğü, beş olguda büyüdüğü, üç olguda süpürasyon geliştiği ve iki olguda yeni kitlelerin oluştuğu belirlenmiştir. Bu süre içinde üç olguda kitlenin drene olduğu izlenmiştir.
Fizik muayenede bir olgu dışında ateş görülmemiş; en sık tespit edilen bulgu servikal lenfadenopati (n= 34) olmuştur (Tablo II). Olguların sekizinde tonsillofarenjit, altısında cilt lezyonları ve üçünde konjunktivit tespit edilmiştir. Laboratuvar bulguları incelendiğinde; sekiz olguda lökositoz, 19 olguda C-reaktif protein düzeyinde artış gözlenmiştir. Serolojik tanıda F.tularensis aglutinasyon titresi ≥ 1/160 olan değerler anlamlı kabul edilmiş; olgularda antikor titreleri 1/160-1/1280 arasında pozitif bulunmuştur. Alınan boğaz sürüntü ve aspirat kültürlerinde üreme olmamıştır. Üç olgunun aspirat örneğinden yapılan PCR incelemesinde F.tularensis DNA'sı tespit edilmiştir.
Olgular, tutulum bölgelerine göre değerlendirildiğinde; 25 (%62.5)'inde orofarengeal form, 3 (%7.5)'ünde oküloglandüler form, 6 (%15)'sında sekonder cilt lezyonları izlenmiştir (Resim 2). Dokuz (%22.5) olguda başvuru anında sadece servikal lenfadenopati saptanmış olup, bu olgulara glandüler tularemi tanısı konulmuştur. Cerrahi girişim uygulanan 12 olguya ait örneklerin patolojik incelemesinde granülomatöz iltihap (n= 5) ve aktif inflamasyon (n= 7) gözlenmiştir.
Olgulara toplam 10 gün, günde iki kez 1 g, intramusküler olarak streptomisin tedavisi verilmiştir. Lenf bezi ileri derecede büyük olan, süpürasyon gösteren veya rahatsızlık oluşturanlara cerrahi eksizyon veya cerrahi drenaj uygulanmıştır. İki olguda tedavi sonlandıktan yaklaşık iki hafta sonra eritema nodozum gelişmiş (Resim 2); olguların hiçbirinde pnömoni, menenjit gibi ciddi komplikasyonlar ve ölüm izlenmemiştir.
TARTIŞMA
Tularemi, son yıllarda Türkiye'de yeniden önem kazanan bir zoonoz olmuştur1. Bu çalışmada, bölgemizde izlenen tularemi olgularının, diğer bölgelerimizden bildirilen tularemi olgularıyla karşılaştırılması ve ülkemizdeki tularemi sorununa dikkat çekilmesi amaçlanmıştır.
Tulareminin, insanlara enfekte hayvanlarla temas, hayvan/böcek ısırıkları, kontamine su veya hayvan ürünlerinin tüketilmesi veya damlacık yoluyla bulaştığı bilinmektedir2,9. Olgularımız riskli yaşam koşulları açısından değerlendirildiğinde, %68'inin kırsal kesimde yaşadığı, %75'inin evinde kemirici bulunduğu, %46'sının doğal su kaynaklarını kullandığı, %53'ünün evde hayvan beslediği, %15'inin av hayvanlarıyla teması olduğu ve %5'inin çevresinde kene varlığı öyküsü saptanmıştır (Tablo I). Olgularımızda izlendiği gibi, ülkemizden bildirilen salgınlarda, tulareminin sıklıkla kırsal kesimlerde yaşayan kişilerde geliştiği, ancak böcek veya kene ısırması, av hayvanları ile temas öyküsünün yaygın olmadığı görülmektedir1,2,3,4,5,7,8,9,10,11. Kırsal bölgelerdeki F.tularensis rezervuarları, su kaynaklarının ve gıdaların kirlenmesinden sorumlu olabilir2. Salgın izlenen bazı bölgelerde, salgının görüldüğü yıl içinde farelerin sayısında artışa dikkat çekilmesi bu görüşü desteklemektedir1,8,12. Ulu Kılıç ve arkadaşları15, evde kemirgen atığı olmasını, istatistiksel olarak anlamlı risk faktörü olarak bulmuşlardır. Olgularımızın yaşadığı bölgelerde de son aylarda evde ve çevrede fare sayısında artış olduğunun tespit edilmesi, kemiricilerin bulaşta rol oynayabileceğini düşündürmüştür.
Çalışmamızda, epidemi izlenen her iki bölgemizde de içme sularının klorlanmasında aksaklıklar olduğu belirlenmiş; bir dönem şebeke suyuna, klorlama yapılmayan bir kaynak suyunun bağlandığı tespit edilmiştir. Türkiye'de izlenen salgınlarda, başlıca bulaş yolu kontamine su kaynaklarıdır1,2,12. F.tularensis'in sularda birkaç ay canlı kalabilmesi bu düşünceyi desteklemektedir1,17. Tularemi bildirilen bölgelerde su depolarının yeterince temizlenmediği, klorlamanın yapılmadığı ve küçük kemiricilerin girişini engelleyecek önlemlerin tam alınmadığı, suların kontrolsüz akarsular ve kaynak sularla desteklendiği görülmektedir2,4,9,10,11. Helvacı ve arkadaşları17 tularemi saptanan olguların kaynak suyu tükettiğini, buna karşın klorlanmış su kullanan kişilerde tularemi izlemediklerini belirtmişlerdir. Ancak şüpheli su kaynaklarından bakteri izolasyonu her zaman mümkün olmamaktadır. Lüleburgaz'da izlenen Türkiye'nin ilk salgınında dere suyundan F.tularensis izole edilmiş, bu salgın dışında şüpheli sulardan etken üretilememiştir1,2,7,10,11,12,13,16,19. Ancak bazı epidemilerde PCR ile doğal su kaynaklarında F.tularensis DNA'sı gösterilmiştir9,13,15,16. Bizim çalışmamızda da, epidemi bölgelerinde bulunan depo, çeşme ve doğal kaynaklardan alınan toplam 33 su örneğinde kültür ve PCR ile F.tularensis saptanamamıştır. Bu durum, hastaların erken dönemde tespit edilememesinden ve epidemiyolojik incelemelerin gecikmesinden kaynaklanmış olabilir.
Akalın ve arkadaşları1 tüm yaş gruplarının ve her iki cinsin de enfeksiyondan eşit şekilde etkilendiğini bildirmişlerdir. Buna karşılık, Kılıç2, 2005-2009 yılları arasında tespit edilen 1091 tularemi olgusunu incelediği çalışmasında, olguların en sık 30-44 yaşları arasında olduğunu; yaklaşık %10'unu pediatrik yaş grubunun oluşturduğunu ve kadınlarda erkeklerden daha fazla (kadın/erkek: 1.2) izlendiğini tespit etmiştir. Bizim hasta grubumuzun da cinsiyet (%62.5'i kadın) ve yaş dağılımının (ortalama: 37.6 yıl; %12.5'i çocuk yaş grubu) Kılıç2'ın verileriyle uyumlu olduğu izlenmiştir.
Ülkemizden bildirilen salgınlarda, tularemi olgularının genellikle geç sonbahar ve kış dönemlerinde ortaya çıktığı, ilkbahar ve yaz aylarında oldukça azaldığı görülmektedir1,2,4,7,13. Bizim olgularımızın da şikayetlerinin başlangıcı ve tanılarının konulması, kasım-şubat ayları arasında gerçekleşmiş; enfeksiyonun mevsimsel dağılımının genel epidemiyolojik özelliklere uygun olduğu gözlenmiştir.
Olgularımızda en sık rastlanan şikayetler; ortalama 1-2 aydır devam eden boyunda kitle, boğaz ağrısı, ateş, üşüme ve titreme olmuştur. Ülkemizde izlenen tularemi epidemilerinde, olguların %92-100'ünde boyunda şişlik, %66-90'ında 3-10 gün süren ateş ve %58-92'sinde boğaz ağrısı bildirilmektedir9,10,11,12,13,14,17. Ateş öyküsü, olguların %58'inde hastalığın başlangıç döneminde mevcut olmakla birlikte, fizik muayenede bir olgu dışında ateş saptanmamıştır. Şahin ve arkadaşları3 hastalığın seyrinde iki farklı evre tanımlamışlar; erken dönemde ateş, titreme, baş ve boğaz ağrısı ve tonsillerde büyüme saptanırken, iki haftadan sonra genel semptomların kaybolduğunu ancak servikal lenf nodlarının büyümeye devam ettiğini, bazılarında ise süpüre olduğunu bildirmişlerdir. Bizim olgularımız da şikayetlerinin başlamasından yaklaşık 1-2 ay sonra başvurdukları için, ateş belirtisinin gerilemiş olabileceği düşünülmüştür. Olgularımızda en sık tespit edilen fizik muayene bulgusu ise %85'lik oran ile servikal lenfadenopati olmuş; bu veri, literatürlerde bildirilen oranlarla (%85-100) uyumlu bulunmuştur9,10,11,12,13,14,17. Lenfadenopati genellikle tonsillofarenjiti takiben gelişmekte ve haftalar hatta aylarca (4-5 ay) devam edebilmektedir12,14,17. Olgularımızın diğer fizik muayene bulguları arasında tonsillit (%20), cilt lezyonları (%15) ve konjunktivit (%8) yer almıştır (Tablo II, Resim 2). Ülkemizdeki tularemi salgınlarında olguların %29-77'sinde tonsillit, %5-19'unda cilt lezyonları ve %3-38'inde konjunktivit bildirilmektedir11,14,17. Bazı çalışmalarda ise tularemi seyri esnasında eritema nodozum (%4-14) veya eritema multiforme gelişebildiği ve bu lezyonların F.tularensis'e bağlı sekonder olarak ortaya çıkabileceği belirtilmektedir4,17,20. Bizim olgularımızdan ikisinde tedavi sonlandıktan yaklaşık iki hafta sonra eritema nodozum saptanmıştır (Resim 2).
Sporadik lenfadenopati ile başvuran olgularda tulareminin akla gelmemesi, hastaların farklı tanı ve tedaviler almasına ve lenfoma gibi maligniteler açısından incelenmelerine neden olmaktadır5,9,10,11,14,17,19. Bizim olgularımızın 33'ünün tularemi tanısı konulmadan önce akut tonsillit, süpüratif lenfadenit, tüberküloz lenfadenit ve bruselloz gibi tanılarla tedavi aldıkları, bazı olgulara da malignite ön tanısıyla biyopsi yapıldığı anlaşılmıştır. Tüberkülozun ülkemizde endemik olması nedeniyle bazı olgulara, klinik ve histopatolojik incelemelerle hatalı olarak tüberküloz tanısı konulabildiği vurgulanmaktadır10,11,21,22. Bu nedenle, granülomatöz lenfadenitli olguların ayırıcı tanısında tulareminin de düşünülmesi gereklidir. Tularemi için özgül tedavi almayan ya da tedaviye yanıt vermeyen lenfadenopatili olgularda fluktuasyon ve süpürasyon geliştiği, bazen de cerrahi drenajın gerekli olduğu izlenmektedir12,14,17. Nitekim, özgül olmayan tedavi alan 13 olgumuzda kitlenin aynı boyutta devam ettiği, 13 olguda küçüldüğü, beş olguda büyüdüğü, üç olguda süpürasyon geliştiği ve iki olguda yeni kitlelerin oluştuğu tespit edilmiştir. On olgu, özgül olmayan tedavilerle subjektif şikayetlerinin azaldığını ancak boyundaki kitlelerin devam ettiğini ifade etmiştir. Bu durumun tedavinin etkisinden ziyade hastalığın seyri ile ilgili olduğu düşünülmüştür.
Çalışmamızda, olgulardan alınan boğaz sürüntüsü ve lenf aspiratı örneklerinin kültürlerinde üreme olmamış, olguların tanısı 1/160 ve üzerinde saptanan F.tularensis aglutinasyon titreleriyle konulmuştur. Tularemi tanısı, hasta örneklerinden bakterinin izolasyonu ve/veya klinik bulguların uyumlu olduğu durumlarda serolojik olarak (mikroaglutinasyon yöntemiyle ≥ 1/160 titre pozitifliği ya da çift serum örneğinde serokonversiyonun gösterilmesi) konulmaktadır1,3,9,10,17,18. Bakteri izolasyonu için erken dönemde alınan orofarengeal, yara sürüntüsü ve/veya lenf nodu aspiratı örneklerinin kültürleri yapılabilir; ancak örneklerden F.tularensis'in izolasyonu oldukça güçtür2. Ülkemizde, Helvacı ve arkadaşları17 (205 hastanın 10 klinik örneği) ile Ulu Kılıç ve arkadaşlarının15 (beş hastanın iki klinik örneği) çalışmaları dışında etken izolasyonu yapılamamıştır. F.tularensis izolasyonundaki güçlükler nedeniyle serolojik testler (mikroaglutinasyon, aglutinasyon, ELISA) yaygın olarak tercih edilmektedir1,2,7,10. Son yıllarda PCR ile etkene özgül DNA araştırması da rutin tanı koydurucu yöntem olarak kabul edilmekte, ancak PCR ve kültür incelemelerinin birlikte yapılması önerilmektedir2. Çelebi ve arkadaşları10, yedi olgunun lenf aspiratında; Leblebicioğlu ve arkadaşları16 iki olgunun ülsere lezyonlarında; Meriç ve arkadaşları14 iki olgunun boğaz sürüntü örneğinde; Ulu Kılıç ve arkadaşları15 ise bir boğaz sürüntüsü ve dört lenf nodu aspiratında PCR ile F.tularensis DNA'sını göstermişlerdir. Bizim de üç olgumuzun lenf aspiratı örneğinde PCR ile F.tularensis pozitifliği tespit edilmiş; hastalığın erken tanısında moleküler yöntemlerin yararlı olabileceği düşünülmüştür.
Çalışmamızda, olguların %62.5'ine orofarengeal ve %7.5'ine oküloglandüler tularemi tanısı konulmuş; 9 (%22.5) olguda başvuru anında sadece servikal lenfadenopati tespit edildiğinden, bu olgular glandüler tularemi tanısı almıştır. Ancak bu olguların geç başvuruları nedeniyle tonsillitin izlenmemiş olabileceği de düşünülmüştür. Orofarengeal tularemi, ülkemizde en sık (%62-100) görülen klinik formdur1,2,4,7,11,12,17. Oküloglandüler tutulum ise nadir olmakla birlikte bildirilmektedir6,9,17,20. Farenjit ve servikal lenfadenopati ile karakterize olan orofarengeal form, genellikle kontamine su ve besinlerin alınması sonucu gelişmektedir3,17. Çevre incelemelerinde su kaynaklarının klorlanmasında sorunlar olduğunun tespit edilmesi ve olgularımızda orofarengeal formun hakim olması, salgından, ortak kullanılan su kaynaklarının sorumlu olabileceğini düşündürmüştür.
Olgularımızın antimikrobiyal tedavisi streptomisin (2 x 1 g, intramusküler, 10 gün) ile yapılmış; lenf bezi ileri derecede büyük olan veya süpürasyon gösteren 12 olguya cerrahi tedavi uygulanmıştır. Tularemi tedavisinde streptomisin, doksisiklin, gentamisin, siprofloksasin ve kloramfenikol, monoterapi veya kombinasyon şeklinde kullanılabilmektedir3,5,8,10,13,15,17,22. Tedavi ile lenfadenopatilerin yavaş düzeldiği, tam iyileşmenin dört aya kadar uzayabildiği görülmektedir3,8,10,14. Erken başlanan tedavi ile başarı şansının daha yüksek olduğu; 2-3. haftadan sonra başlanan tedavilerde ise uygun tedavi verilse bile başarı şansının azaldığı ve lenf nodunda süpürasyon gelişimini önlemediği belirtilmektedir10,14,17. Olgularımızın hiçbirinde ciddi bir komplikasyon gelişmemiş ve ölüm izlenmemiştir. Ülkemizdeki tularemi serilerinde de, ölümle sonuçlanan olgu veya majör komplikasyon bildirilmemiştir12,14,17.
Sonuç olarak, bölgemizde antibiyotik tedavisine yanıt vermeyen tonsillofarenjit ve lenfadenit olgularının, granülomatöz lenfadenit saptanan olguların ayırıcı tanısında tulareminin göz önünde bulundurulması uygun olacaktır. Tulareminin endemik olduğu bölgemizde, güvenilir olmayan (klorlanmamış) suların tüketiminden kaçınılması ve bu konularda halkın bilinçlendirilmesi, hastalıktan korunmada en etkili önlemlerdir.
TEŞEKKÜR
Tularemi salgını izlenen bölgelerde yapılan çalışmalar esnasında, gerçekleştirilen iş birliği, uyum ve destekten dolayı Konya İl Sağlık Müdürlüğü Bulaşıcı Hastalıklar ve Çevre Sağlığı Şubelerine ve tüm mikrobiyolojik incelemeleri gerçekleştiren Sağlık Bakanlığı Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı Ulusal Tularemi Referans Laboratuvarı çalışanlarına teşekkür ederiz.
KAYNAKLAR
İletişim (Correspondence):
Yrd. Doç. Dr. Nebahat Dikici,
Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi,
Enfeksiyon Hastalıkları ve
Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı,
Konya, Türkiye.
Tel (Phone): +90 332 241 5000,
E-posta (E-mail): nebahatdikici@yahoo.com